“Pîr-i müezzinin” olan Bilâl-i Habeşi (r.a) ezâna başlayacağını haber verince Resûl-i Ekrem Efendimiz, şayet sahâbe-i kiramla sohbet hâlindeyseler – meâlen – şöyle buyururlardı: “Namaz vakti geldi, öylemi? Ezânı oku; namaz vaktini Müslümanlara ilân et; namazla bizi dinlendir, ey Bilâl!..”
Dikkat edilince hemen fark edilecektir ki, hadîs-i şerîfde ne hassas bir incelik vardır… Arapçadaki bu derin sırra nüfuz edebilenler: “erihnâ bihâ» ile «erihnâ minhâ” arasındaki derin belagat farkını sezerler. Zira bu sırrı vücûda getiren sadece bir harfdir. Zîra “erihnâ minhâ” olsaydı, hadîsin meali “bizi namaz borcundan kurtar” mânâsına gelirdi. “Erihnâ bihâ” olunca “onunla (yani namazla) bizi rahata kavuşdur, ey Bilâl!” demek oluyor. Aradaki fark; yerle gök arası kadar uzak mesafe işgal eden bir belâgat inceliğidir. Arap edebiyatı mütehassısları, bu hadîs-i şerîfde görüldüğü gibi Resûl-i Ekrem Efendimizin fesahat ve belâgatına hayran kalmak şöyle dursun, İlâhî i’câzın karşısında secdelere kapanıyorlar… Hadîs ilminde ihtisas yapmayanlar, bu mübarek ilmin ledünniyâtına âşinâ olamıyorlar. Bununla da beşer gücü ile, îlâhî kudretin arasındaki muazzam fark görülmüş oluyor…
Peygamber (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz, Hz.Bilâl’e bu nurdan ifâdelerle hitab ettikden sonra, ezânın kelimelerini Bilâl (r.a) ile birlikte tekrar ediyorlardı. Şu farkla ki “hayye alessalâh – hayye alelfelâh” cümlelerinin yerine “lâ havle vela kuvvete illâ billâh” kelimesini söylüyorlardı. Muhterem sahâbîlerine de “Siz de benim yaptığım gibi yapın” buyurmuşlardı. O gün bugün, bütün Müslümanlara müezzinle beraber ezânı tekrarlamak, Resül-i Ekrem (s.a.) Efendimizin tarifleri veçhile, sünnet olmuşdur.
Ne var ki son zamanlarda, memleketimizde bu sünnet-i seniyyeye lâyıkı veçhile uyulmadığı görülüyor. Meselâ, ezânı işiten kimselerden bir kısmı, ezâna ya hiç hürmet göstermeden konuşmasına veya işine devam ediyor; bir kısmı da sadece “Aziz Allah!” demekle iktifa ediyor. Hâlbuki yukarıda gördüğümüz veçhile müezzinle birlikte tekrarlamak ve müezzin “hayye alessalâh”, “hayye alelfelâh” derken de “lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” demek; bizzat Nebiyy-î Zîşân Efendimizin emirleridir. Kur’ân-ı Kerîm’de, Peygamber (s.a)’in emrine karşı gelenlerin dünyada çeşitli fitnelere, âhiretde de şiddetli azaba dûçâr olacakları ihtar edilmişdir.
Bu sünnet-i seniyyenin câmilerde, Cuma ve vakit namazlarından evvel cemaate nasihat eden vâiz efendilerimizin bazılarınca da, ezânı işitdikleri halde hiçbir telâş göstermeksizin konuşmalarına devam ederek ihmâl gösterdiklerini – maalesef- görmekteyiz.
Gönül ister ki, (her ne kadar Fıkıh kitaplarımızda böyle bir müsamaha bulunsa dahi) vâiz efendilerimiz, cemaate bu sünnetin ihyasını tâlim buyursalar ve ezândan sonra yapılması mesnûn olan “el-vesîle” duasını da manâsıyla birlikde Müslümanlara öğretseler…
Tekbîr ve tehlîl ile başlayan Ezân-ı Muhammedî’nin o mukaddes kelimeleri, bizzat Peygamber-i Zîşân Efendimiz ve Sahâbe-i Kirâm’ı ile birlikde, bütün Müslüman dünyasını on beş asırdır, lâhûtî bir marş olarak tekrar edilirken, memleketimizde bu mübarek sünnete riâyetde kusur etmek, cidden tamir isteyen millî ve dinî hatalarımızdandır.
Hadîs-i şeriflerde rivayet edildiğine göre Hz. Bilâl (r.a) ezândaki – meâlen – “Allah’dan başka bir ma’bûd bulunmadığına ve Muhammed Mustafa’nın da onun hak peygamberi olduğuna şehâdet ederim” mânâsını ihtiva eden “eşhedü en lâilâhe illallah – eş-hedü enne Muhammeden Resûlullah” kelimelerini tekrarladıkça Resûl-i Ekrem Efendimiz “Ben de şehâdet ederim” buyururlarmış… Bu ne heybetli ve ne şümullü bir şehâdetdir!
Zîra şehâdet kelimesi; – nûr içinde yatsın – büyük şâirimiz Mehmed Akif Bey’in “İstiklâl Marşı”nda ifâde ettiği gibi “dinin temeli”dir…
Dinler târihinde her Peygamberin kendine has bir ifâde tarzı vardır. Meselâ Yahudiler Cumartesi günleri Havralarda, Hıristiyanlar Pazar günleri kiliselerde toplu ibadetlerini yaparlar. Biz Müslümanlar ise, beş vakit namazımızı cemaat halinde mescid ve-câmilerde edâ etmek bahtiyarlığına nail olmuşuz. Cenâb-ı Hak tarafından ikram üzerine ikram olmak üzere, bütün yeryüzü, ümmet-i Muhammed’e “mescid” kılınmışdır. Namazlarımızı vakti gelince temiz olan her yerde edâ edebilmekteyiz. Çünkü bütün yeryüzü Müslümanlar için bir ibadethanedir, İslâm’da ibâdetin ufku, mâbedlere sığmayacak kadar genişdir. Bu hikmete mebnîdir ki; İslâm’ın Ezânı, cihan mabedini vecde getirecek derecede heybet dolu zaferlerin tevhîd bestesidir. Bu nurdan beste, yüzyıllar boyu fetih ordularının zafer marşı olmuşdur. Ordular, fethettikleri ülkelere tekbîr ve tehlîl sadâlarıyla girerken, ülkelerden önce gönülleri fethediyorlardı.
İnsan, o fütuhatı anar vecde gelir de, Gönlüyle yaşar, kaç asır evvelki devirde… Rabbim! Ne mehabetli o mazideki ünler; Bir bayrağın üç kıt’aya hükmetdiği günler… Her gün, yeni bir ülkeyi fetheyleyen ordu, Gökkubbeyi tekbirle bütün dolduruyordu… Geldikçe ezânlarla cihan ma’bedi vecde, Mi’rac olur Allah’a ibâdetdeki secde…Ali Ulvi Kurucu
Kaynak: Ali Ulvi Kurucu, Gecelerin Gündüzü, haz. M. Ertuğrul Düzdağ, Marifet Yayınları, İstanbul, 1990